Işığı söndürsene dedi kadın. Adam söndürmemekte ısrar etti. Ona ışıkta biraz daha bakmak istiyordu. Hayatın çirkinliğine inat güzelliğini biraz daha izlemek istiyordu. Kadınsa utanıyordu. Çıplak görünmekten mi? Hayır, yaşadıklarını kaldıramamaktan korkuyordu. Adamın gözlerine bakmaktan. Gözlerindeki pişmanlığı anlamasından. Yalanlarını anlamasından korkuyordu. Pişman olmadığını anlamasından korkuyordu. Yalanlarını sıralarken gözlerini adamın gözlerinden kaçırmaktan korkuyordu. Adam ısrar ediyordu. Kadın ısrarına hayır diyemedi. Hayır diyememeyi öğrenememesinden gene pişman oldu. Gene pişmanlığı omzunda bir ağır yük gibi kabullendi. Nasılsa onu sevdiğini gene dile getirmeyecekti. Gene adamın duymak istediklerini söylemeyecekti. Neden içim taş gibi diye sorgulamaya başladı gene. Neden hayatı bu kadar acımasızca harcamayı seçmişti. Değerlerini nasıl böyle yitirmişti. Ama gene de bunları sorguladığına göre bazı şeyleri yitirmediğine kanaat getirdi kadın. Taş olmasına üzülmesini bile bir ışık olarak görüyordu. En son yitirmediği bu kalmıştı. Yitirmediği işte buydu. Duygularını yitirdiğine üzülmekle aslında duygularının yerli yerinde durduğunu düşünüp avunuyordu. Adam daha sıkı sarıldı yüzündeki hüznü anlayıp. Adam kadının onu özlediğini düşündü, kadın onun kendisini sevdiğini. Kadına biraz daha sarılsa kadın hıçkırıklara boğulacaktı oysa. Adam o zaman her şeyi anlayacaktı. Kadının hiç ağlamadığını biliyordu. Kadın ağlasa adam anlayacaktı. Kadın ağlamadı. Kadının gözleri doldu. Kadın yaşadıklarına üzüldü. Herkes gibi her kadın gibi olamadığına üzüldü. Diğer kadınları mutlu eden şeylerin kendisini mutlu edememesine üzüldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder